Firuz Kanatlı, ETİ ve aşk

0
1947
Ali Osman Mola
Ali Osman Mola / [email protected]

Ölüm Allah’ın emri. Doğru olan öleni dua ve hayırla yad etmek.

Hak edenleri tabii.

Firuz Kanatlı, ülkesine ve milletine yaptığı katkı ve kattığı değerle hak edenlerden biri.

Bu yüzden bu bir methiye yazısı değil; bir hakkı teslim, örnek bir hayatı örnek alınması dileğiyle anlatma, bir dua ve bir hayırla yad etme yazısı.

Tanıyabildiğim kadarıyla anlatacağım elbette.

Aslında merhum Firuz Beyefendi’yi gıyabında hepimiz tanırız. Şahsen tanışmamış olsak da başarılarını bilir, ürettiklerini kullanırız.

Ben şahsen de tanımış olan mutlulardan biriyim.

Kendisini, diğer bir büyük insanın, merhum Sabri Ülker’in hayat hikâyesi ile ilgili yıllar süren çalışmam sırasında, 2007 yılının Şubat ayının ilk gününde tanıdım. Toplam yarım gün süren bir görüşme, söyleşi ve sohbet.

Bu yarım gün içinde her söylediğini dikkatle dinledim,  vurgularına ayrı, mimiklerine ayrı dikkat ettim; her davranışını dikkatle gözlemledim; duygularını anlamaya çalıştım.

Hele “Aşk.” dedikten sonra her sözünde, her yüz ifadesinde, her davranışında “aşkı” aradım.

Buldum da…

Aşk

Ali Osman Mola – Firuz Kanatlı

Söyleşinin henüz başlarında ETİ’nin kurulduğu yıllardaki rakiplerini sordum. ÜLKER’i, ARI’yı, BESLER’i, HAY-LAYF’ı, LÜKS İDEAL’i saydı. Hepsinin ürünleriyle ilgili övgü dolu sözler söyledi.

Dedim ki: “Ama onlar ayakta kalamadı. ÜLKER ve ETİ ise ayakta…”

“Şimdi bunun sebebini mi soruyorsunuz?” dedi.

“Evet!” dedim, “Sebebini soruyorum?”

Dedi ki: “Bir aşk meselesi bu. Aşk çok önemli. Aşk olmadan insanın bir işe tam anlamıyla konsantre olmasını ve başarılı olmasını düşünemiyorum. Onlarda sonraki kuşaklar işe aşkla sarılmadılar.”

Gülümseyerek devam etti: “Aşkla yapılan çocuklar bile güzel oluyor.”

 (Aşkla ilgili sözlerini bitirdiğinde anladım ki rakipleriyle ilgili sorumu cevaplamaya rakiplerinin ürünlerini överek başlaması “işine en başından aşkla sarıldığının” göstergesiydi.)

Bir aşk hikâyesi

Doğum tarihi 1932. Kendi ifadesiyle “ailesi zengin”. Daha da ileri giderek “Aristokrat sayılıyordum kendi mahallemde.” dedi. Babası, bir aile işletmesi olan Gümülcineli Un Fabrikası’nın sahiplerinden Ahmet Bey. İlkokul 3. sınıftan itibaren Galatasaray Lisesinde okumuş. Yüksek tahsilini ise “İşletme” dalında İsviçre’de yapmış. İsviçre’de okumasını zenginliğe örnek olsun diye özellikle söylüyor.

Ailesinin zenginliğini ve “aristokrat” yakıştırmasını öne çıkarmasını yadırgamış olabilirsiniz fakat sebebi çok farklı ve bunu yazının son bölümünde anlatacağım.

İsviçre’den dönünce babası, “Ben çok yoruldum, gidiyorum. Sen benim yerime çalış.” diyor ve işi oğluna bırakıyor. Bırakıyor ama işin başında kendisinden 15 ve 6 yaş büyük amca oğulları var. Tahsil tamam ama işi bilmiyor. Kendi ifadesiyle “Çömez.”. Diğer taraftan kendisini de göstermek istiyor. İşte böyle bir zamanda Sabri Ülker’le tanışıyor. Yaşı 27.

ÜLKER kurulalı 15 yıl olmuş, belli bir büyüklüğe ulaşmış ve hızla büyüyor. Büyük miktarda un sarfiyatı var. Firuz Bey’in kendisini ispatlamasının en kestirme ve kesin yolu, Ülker’e un satmak. Baba dostu ve müdürlerinden Sefer Bey’in teşvikiyle Sabri ve Asım Ülker kardeşlerle irtibata geçiyor. Güler yüzle karşılanıyorlar.

İyi tahsil görmüş, genç, iddialı, özgüveni yüksek. “Biz sizin unlarınızı yaparız. İstediğiniz kaliteyi mutlaka temin ederiz.” diyor. Sabri Bey’in karşılığı: “Yapamazsınız, biz bunu çok özel olarak kırdırıyoruz.” Kendi ifadesiyle “gençliğin heyecanıyla” ısrar ediyor Firuz Bey. Derken ufak çaplı bir münakaşa… Asım Bey araya girip tartışmayı tatlıya bağlıyor. Kalkıp dönüyor Eskişehir’e.

Dönüyor ama un fabrikasında mutsuz. Kendi başına olabileceği bir iş kurmak istiyor. Önce makarna işine girmek istiyor. Sonra bisküvide karar kılıyor.

Araya girip, “Sabri Bey’le olan tartışmasını onur meselesi yapıp yapmadığını, bisküvide karar kılmasında bu tartışmanın etkisinin olup olmadığını” sordum.

“Hayır.” dedi. Banka müdürü bir dostu, “Eskişehir merkezî bir durumda. Şeker fabrikası var, un fabrikanız da var. Neden bisküvi üretmiyorsun?” diye sormuş. Bu fikir kafasına yatmış. Başlıyorlar araştırmaya.

Araştırdıkça anlıyor ki bu iş öyle kolay değil. Bu noktada Sabri Bey’le olan tartışmasını hatırlattı ve dedi ki: “Ben tabii haddimi bilmeye başladım bir uncu olarak. Bisküviciliğe girdikten sonra bu işin hakikaten zor olduğunu anladım. Ona hak verdim ve daha büyük saygı duymaya başladım.”

(Bu söyledikleri de “işine olan aşkının” ispatı. “Bisküvi işini ben düşündüm, bu boşluğu ben gördüm.” demiyor. Yıllar önce Sabri Bey’le olan tartışmasını hatırlatıp, hakkını tekrar teslim ediyor. Tartışmayı anlatırken de “Gençliğin heyecanıyla…” diyerek öz eleştiri yapmıştı.)

(“Hakkın teslim edilmesi” Firuz Bey için adeta bir yaşam biçimi. “İşine olan aşkının” ispatı.”

Firuz Bey bisküvici olmaya karar veriyor vermesine de bisküvi yapmak için un fabrikasına sahip olmak yetmiyor; makine lazım, fırın lazım. Bunları Türkiye’de yaptırmak zor. Denese de sonuçtan emin olması imkânsız. Yaptırsa bile rakiplerinin modern ithal makinelerinin üretimleriyle rekabet etmesi gerekiyor. Yurt dışından getirtmeye karar veriyorlar ama ithalat için döviz tahsisi gerekiyor, tahsis için de devlet izni. Uğraşıp didinip o izni de alıyorlar. Getirilen makinelerin kapasitesi, günde bir vardiyada 1 ton bisküvi.

(Tam burada durdu ve “Neden benden bahsediyorsunuz, Sabri Bey’den bahsedeceğiz.” dedi. “Oraya da geleceğiz tabii. Ben, Sabri Bey’i anlamaya çalışırken aynı zamanda sektörü de anlamaya çalışıyorum ki taşlar yerine otursun.” dedim. “Böyle yaparak kendisini yorduğumuzu…” söyleyerek mahcubiyetimizi ifade edince hemen itiraz etti: “Hayır efendim, ben yorulmam da kendimden bahsetmek biraz beni rahatsız ediyor.” dedi. Bu tür söyleşilerde insanların genellikle bir şekilde kendilerini anlatmaya meyilli olduklarını sayısız defa tecrübe etmiş biri olarak bu tavrına da “Aşk.” diyorum.)

Her aşamada, o aşamadaki sorunları aşmada öne çıkan dostlarını, arkadaşlarını, elemanlarını anarak devam etti:

“Bize çok faydası oldu.” dediği ilk bisküvi ustası Hikmet Usta; bisküvi fabrikası kurma fikrinin de sahibi, sonradan fabrika müdürü olan Turhan Bey; satış konusunda  piyasaya çıkmaya cesaretlendiren (İsmini vermedi. Sanıyorum hatırlayamadı.) “Erden Şekerleme’nin ağabeylerinden.” bir arkadaşı, ilk yerli fırınlarının mühendisi Feyyaz Şahin Coşkun, fırınların imal edildiği Erkunt Sanayi A.Ş. ve Mümin Erkunt, gerek ETİ makinede gerekse kendi işletmesinde yaptığı çalışmalarla yerli bisküvi fabrikası imalatının öncülerinden mühendis İsmet Eldener ve diğerleri (Merhum Mümin Bey ve İsmet Bey’le de birer görüşmem var. Mümin Bey, daha sonra yerli traktör sanayisinin de öncüsü oldu; İsmet Bey ise şef olarak yerli otomobil Devrim’in motor testlerinde bulunmuş, daha sonra Almanya’da mühendislik okumuş, hayatını üretime adamış bir zat.)

Devam edelim:

Sektör büyüyor, rakipler yatırımlar yapıyor, ETİ’nin de yapması lazım. Yeni yabancı makineler satın almak gerekiyor ama pahalı. Sıkıntı büyük. Rekabet etmeleri giderek imkânsız hale geliyor. İşte o aşamada bir karar veriyorlar: “Ya bu makineleri biz kendimiz yaparız yahut mahallî bir fabrika olarak çalışır dururuz.”

Gazetelere ilan veriyorlar, “Bisküvi üretim makineleri yapacak bir mühendislik grubu arıyoruz.” diye. Müracaat edenler oluyor ama onların yapabileceklerine ikna olmuyorlar. Yurt dışı mühendislik firmalarının istediği ücretleri ödemek ise mümkün değil.

Umutlar tükenirken Feyyaz Şahin Coşkun isminde Orta Doğu mezunu bir mühendis çıkageliyor. Projeleri yapıyor, Firuz Bey’i Mümin Erkunt ile tanıştırıyor. Erkunt Sanayi’deki mühendislerle de kafa kafaya verip, ETİ’yi makine darboğazından çıkarıyorlar.

Bundan cesaret alan Firuz Bey, ETİ Makine’nin temellerini atıyor. Yıl 1967. Yani ETİ’nin kuruluşundan 5 yıl sonra. Çok büyük bir başarı. ETİ Makine’nin AŞ olarak kuruluş tarihi ise 1978. Artık bisküvi fabrikası kurmak isteyen onları aramaya başlıyor.

(Bana göre ETİ Makine, sadece ETİ’nin değil, yerli mühendislik, malzeme ve emekle ürettiği anahtar teslimi bisküvi, kraker, kek ve çikolata entegre üretim hatlarıyla ülkemizde bu sektörün gelişmesine çok önemli katkılar yapmıştır. Türkiye’nin birçok yerinde üretim yapan sektör kuruluşlarının pek çoğunda ETİ Makine’nin ürettiği hatlar kullanılmaktadır. Bu anlamda ETİ Makine; bisküvi, kraker, kek ve çikolata sektöründe görülen yüksek millî işletme oranına da önemli bir katkı yapmıştır. Bunlar “aşk” olmadan yapılabilir miydi?)

Firuz Bey’in “aşkı” bunlarla sınırlı değil…

Rıfat Hassan Bey, kendisiyle yaptığım söyleşide, “Birbirlerine saygıları çok fazlaydı.” demiş ve Sabri Ülker’in kendisine anlattığı bir olayı nakletmişti: “Ben Firuz Bey’i görüşmek için arardım ama o hürmeten kendisi gelirdi daha çok.”

(Saygı!  Saygı olmadan “aşk” olur mu?)

Sektörün en büyük iki şahsiyeti, iki en büyük rakip ama aynı zamanda iki yakın dost. Firuz Bey’in ifadesiyle “Sabri Bey işi bıraktıktan sonra da çok özel sohbetler, iş sohbetleri yapan iki yakın dost.” Özel sohbetlerden kastı ekonomik, siyasi, dinî, ailevi konular.

Firuz Bey’le görüştüğümüz tarihte Sabri Bey artık insanlarla görüşemeyecek kadar rahatsızdı. Onun bu durumundan duyduğu üzüntüyü, “Son yıllarda rahatsızlığından dolayı kendisini ziyaret edemiyorum. Onu ve onunla yaptığım konuşmaları özlüyorum.” diyerek ifade etmişti. Sesi titriyordu. Gözleri dolmuştu.

(Sesini titreten, gözlerini yaşla dolduran “aşk”tı.)

“Sabri Bey’i Vehbi Koç’la ve Hacı Ömer Sabancı’yla mukayese ederim.” dedi. Sebebini de “Onlar yoktan var ettiler.” diye açıkladı.

Beni etkileyen ise onlar arasında kendini koyduğu yerdi. “Ben hiçbir zaman öyle yoktan var etmedim ki.” dedi.

Yazının başında “Ailesinin zenginliğini ve ‘aristokrat’ yakıştırmasını öne çıkarmasını yadırgamış olabilirsiniz fakat sebebi çok farklı ve bunu yazının ilerleyen bölümünde anlatacağım.” dediğim bölüm burası işte. Zenginliği ve aristokrat yakıştırmasıyla övünmüyor aslında, tersine, “Ben hiçbir zaman öyle yoktan var etmedim ki… Allah’ın verdiği lütfu iyi kullandım. Allah’ın yolundan gittim. Dürüst davrandım. Çok çalıştım. Hak ettim ben, diyebilirim ama ben sıfırdan itibaren bunu böyle yapmadım.” demek için girizgâh olarak kullanıyor.

(Yalın bir mütevazılık. “Aşk” olmadan mütevazı olunamaz.)

Ve…

Birlikte geçirdiğimiz yarım gün boyunca bir defa bile biz oturmadan oturmadı, biz kalkmadan kalkmadı; hiçbir kapıdan biz geçmeden geçmedi. Önden geçmesi için ısrar ettiğimde ise “Olmaz!” dedi, “Siz misafirsiniz. Yaşın önemi yok. Geleneğimiz böyle; ev sahibi, misafire hürmet edecek.”

Manevi hatırası önünde “aşkla” eğiliyorum.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz