Yatay-dikey mimari tartışması ve tarım

0
2895
Ali Osman Mola | [email protected]

Özellikle son 15 yıldır, betonlaşmanın tarım alanları üzerinde çok büyük tehdit haline geldiği herkesin malumu. Dolayısıyla şehirleşme ile tarım arasındaki ilişkiyi sıklıkla ele aldım. Bugün, bu ilişkiyi, biraz daha farklı bir açıdan, yatay-dikey mimari tartışmaları ve İstanbul üzerinden ele alacağım.

Konuyu, İstanbul özelinde ele alacak olmakla birlikte yazacaklarım bütün yerleşim alanları için geçerli.

Rant kıskacındaki dikey mimari

Yıllardır, İstanbul’da olur olmaz yerlere serpiştirilen yüksek yapıları eleştiriyoruz. Durum birçok şehir için aynı. Gayet düzgün şekilde yapılaşmış bir semte 2-3 yıl sonra tekrar uğradığımızda görüyoruz ki eski yapıların arasından, onların 3-5 katı yükseklikte binalar yükselmiş. “Bu binalara kim, niçin izin vermiş olabilir?” diye düşünmekten kendimizi alamıyoruz. Kimin verdiğini somut olarak bilemesek de soyut olarak belli. Niçin verilmiş olabildiğinin cevabını ise istisnasız herkes biliyor.

Ben bu duruma, dikey mimariyle sorunu olmayan biri olarak bile, “Siyaset ve rant kıskacındaki plansız ve özensiz şehirleşme.” diyorum.

Olan biteni anlatarak lafı uzatmak istemiyorum fakat bir örnekle hafızalarınızı tazelemek istiyorum. Bu tek örnek, “siyaset ve rant kıskacındaki plansız ve özensiz şehirleşme” tanımlamama da ışık tutacak:

İnşaatın adı “16/9 Kuleleri”.

Zeytinburnu’nda, Kazlıçeşme Meydanı’nın dibine inşa edilen 37, 32 ve 27 katlı 3 rezidanstan oluşuyor. Kulelerin yüksekliği 137, 123 ve 108 metre.

Proje alanının büyüklüğü 27.791 m².

Maliyeti 175 milyon dolar.

Aralık 2009 tarihinde Zeytinburnu Belediyesi tarafından verilen yapı ruhsatı ve imar planına göre inşa edilmiş.

Buraya kadar her şey normal fakat inşaat bittikten sonra ortaya bir sorun çıkıyor: Kuleler, içinde Sultan Ahmet ve Ayasofya Camisi ile Topkapı Sarayı’nın da bulunduğu tarihî yarımadanın muhteşem görüntüsünü bozuyor. Boğaz’dan ve birçok noktadan Sultan Ahmet Camisi’ne bakmak istediğinizde, gözünüze, önce arkadan yükselen bu kuleler çarpıyor. Berbat bir görüntü.

Durum böyle olunca Başbakan Erdoğan, iyi tanıdığı inşaat firması sahibinden, görüntüyü bozan katlarının tıraşlanmasını rica ediyor! Tıraşlanmıyor. Bunun üzerine Erdoğan, bir toplantıda firma sahibine sitemini iletiyor!

Kamuoyu da konudan böylece haberdar oluyor.

(Bugün itibarıyla son durum: Kulelerin tıraşlanmasına karar veren hâkim ve bilirkişilerin FETÖ’cü olduğu iddia edildi. Proje onaylandı yani kuleler tıraşlanmaktan kurtuldu.)

Peki! Kuleler, tarihî yarımadadaki eserlerin görüntüsüne zarar vermeseydi bu kadar gündem olur muydu?

Tarihî eserler için de olsa gösterilen hassasiyeti olumlu karşılamakla birlikte, 16/9 kuleleri, plansızlık ve özensizliğin en önemli örneklerinden biri olarak hafızalara kazındı. Bu sebeple soruya “Gündem olmazdı çünkü diğerleri olmadı.” şeklinde cevap verebiliyorum.

Yıllar bu tartışmalarla geçti. Tartışmalar devam ederken de artık sayısını unuttuğumuz başka kuleler, hem de ulusal televizyon ve gazetelere verilen reklamlarla gözümüze sokularak yapılmaya devam edildi.

Sonra bir gün, en yetkili ağızdan, yüksek binalar yerine 4-5 katlı konutların yapılması gerektiğine dair ısrarlı konuşmalar duymaya başladık. O günden beri de söyleyeni çoğaldı. Son olarak Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, “Artık bizim ecdadın, kültürümüzün öne çıktığı, yeşil alanların öne çıktığı yatay yapılaşmayı istiyoruz. Artık bundan sonra hiçbir şehrimizde 4-5 katı geçmeyecek imarlar yapılacak.” dedi.

Söze “artık” ile başlaması açık bir itirafsa da asıl ilgilendiğim söylediğinin mümkün olup olmadığı.

Bana göre mümkün değil. Keşke olsa!

Niye mümkün olmadığını yeşil alanlar ve tarım arazileri üzerinden değerlendireceğim.

Mimari-tarım ilişkisi

Konuyu yazmaya karar verdikten sonra uzman birçok kişiye, İstanbul’da “yatay mimari”nin mümkün olup olmadığını sordum. Ayrıca çok sayıda uzman görüşü okudum. Hepsinin kanaati aynıydı:

“İstanbul’da dikey mimariyi dışlamak ve sadece yatay mimariye izin vermek teknik bakımdan mümkün değil.”

Aynı kanaatteyim.

Sebeplerini de söylüyorlar elbette:

“İstanbul gibi nüfusu 16 milyonu aşmış bir şehirde yatay mimari yapacak alan yok. Kalan orman alanları ile yeşil alanların üzerine konut yapılacaksa belki. Ayrıca yatay mimari, ancak şehir alanı genişletilirse mümkün olabilir. Bu durumda da şehrin Trakya’ya doğru genişletilmesi yani tarım alanlarına konut yapılması gerekir.”

Basit bir örnek de veriyorlar:

“15 katlı bir binayı 5 kata indirdiğinizde, bina sayısı üçe çıkar. Bu durumda yeni yapılacak iki bina için yer bulmak zorundasınız, yani 15 katlı bina için ayırdığınız yeşil alanı kullanmak zorunda kalırsınız. İstanbul, dünyanın megakentleri içinde yeşil alan itibarıyla son sırada. Sadece yatay mimaride ısrar edilirse şehir bütünüyle beton yığına döner.”

Peki, İstanbul’u Çatalca’dan başlayarak Trakya’ya doğru genişletirsek ne olur?

Soruya, Trakya’nın tarım üretimimizdeki önemini birkaç cümleyle yazarak cevap vereyim.

Türkiye’de üretilen ayçiçeğinin yarısı Trakya’da üretiliyor. Buna rağmen ayçiçeği, ithalatına en çok döviz ödediğimiz gıda ürünü. Trakya, aynı zamanda buğday ambarlarımızdan biri ve tabii başka tarım ürünleri için de önemli bir tarım alanı.

Trakya, şap hastalığını “yok edebildiğimiz” tek hayvancılık alanımız.

Sonuç:

Önce şunu açıklığa kavuşturayım:

Yatay mimariye de dikey mimariye de karşı değilim. Şehrin mimarisine, sosyal ve ticari ihtiyaçlar, coğrafi konum ve şartlar gibi temel noktalar ile estetik dikkate alınarak karar verilirse sorun olmaz. Hatta “rant elde edilmesi” bile sorun teşkil etmez. Doğru planlama yapıldığında da birileri bundan rant elde edecektir. Sorun, rantın “kişiye özel” olarak ve şehrin geleceğine de kastetmek pahasına öne alınmasıdır.

Geldiğimiz noktada, yatay mimariyi savunanların, şikayet ettikleri dikey mimarinin sorumluları olduklarını bile bir tarafa bırakarak tekrar söylüyorum: “Orman alanlarını, yeşil alanları ve Trakya’nın çok önemli tarım alanlarının bir kısmını yok etmeden İstanbul’u yatay mimari ile inşa etmek mümkün değil.” Dolayısıyla yapılan yanlışı, başka bir yanlışla ortadan kaldırmaya çalışmayalım.

Şu halde, artık bir an önce İstanbul’un gerçeklerinden hareketle yüksek katlı binaların yapılacağı yerlerin de dâhil olduğu, bilim ve estetiğe dayalı bir şehir planı yapılmalı ve plan tavizsiz uygulanmalı. Plan ve uygulamalarda hâlihazırdaki orman alanları ile yeşil alanlar mutlaka korunmalı. Tarım alanlarına kesinlikle zarar verilmemeli.

Müsaadenizle “Ecdat ve mahalle kültürü” ile “yatay mimari” ilişkisi hakkında da birkaç cümle edeyim (Etmezsem çatlarım.):

Elbette bunlar çok değerli hassasiyetler ancak…

Yatay mimarinin, şehirlerde mahalle kültürüne geri dönüşü sağlayacağı iddiası, şehirciliği hâlâ bir bilim dalı olarak kabullenemediğimiz anlamına geliyor.

Diğer taraftan, apartmanların kat sayılarını azaltarak mahalle kültürüne geri dönülebileceğini ummakla imkânsızı istemek arasında bir fark yok. Yatay mimariden böylesine büyük sosyal faydalar beklemek bizi, mahalle kültürünü kaybedişimizin gerçek sebepleri üzerine eğilmekten alıkoyacaktır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz